Turan Dursun

Turan Dursun’un Hayatı

turan dursunSivas’ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe köyünde 1934 yılında doğdu. İmam olan babası, daha o doğmadan “Basra’da ve Kufe’de bile görülmeyecek bir alim” yapma sevdasındaydı. İlkokula göndermedi, çocukluk hayatı şeyhlerin ve din hocalarının yanlarında çeşitli tekke ve dergahlarda geçti. O yıllarda Turan Dursun’un en büyük amacı babasının belirlediği bu ideale hızla ulaşmaktı. Birkaç yılda öğrenilecek dersleri bir-iki ayda öğreniyordu. Sırf İslam bilgileri çok iyi olan Kürt hocalardan ders alabilmek için üç-dört ayda çok iyi denilebilecek ölçüde Kürtçe öğrendi. “sarf” ve “nahv” denilen Arapça grameri çocuk yaşta öğrendi, hem 11. ve 12. yüzyıl Arapçasını hem de 7. ve 8. yüzyıl Arapçasını bilirdi. On yedi yaşına geldiğinde icazeti almış ve Kazviniyi okumuştu. Devamını oku…

Kuran’daki Akıl ve Bilim Dışılıklar 5

Fussilet Suresinin 9. ayetinin anlamı:

– “De ki: Siz YER’i İKİ GÜN’de Yaratan’ı yok sayıp da O’na eşler koşuyorsunuz? O, dünyaların Efendi Tanrı’sıdır (Rabbu’l-âlemîn).”

“Koskoca YER”i “iki gün içinde yaratma”ya kimin gücü yeter? “İki gün” gibi kısa bir süre içinde bu denli büyük işi kim başarabilir?

Dünyanın bütün insanları gelse bunu gerçekleştiremez. Öyleyken nasıl oluyor da “O’na başkaları tanrılıkta ortak yapılıyor”?

Ayette demek istenen bu. (Bkz. F. Râzî, 27/101; Taberi, Câmiu’l-Beyân, 24/61-62. Ve öteki tefsirler.)

Bu “iki günde” gerçekleştirilen “iş”in içinde, “dağlar”ın ve “yiyecekler”iyle birlikte “yeryüzü canlıları”nın yaratılması yok. “İki gün”de yalnızca “yeryüzü”, yani “dümdüz” olarak “yaratılmış”. Muhammed’in daha önce sunulan “hadis”teki açıklamasına göre, bu iş için yalnızca “1 gün”ün harcanmış olması gerekiyor. Cumartesi. Ama yukarıdaki ayette, bu iş için “iki gün”ün harcandığının anlatıldığını görüyoruz. Kur’an yorumlarına göre bu “iki gün”, PAZAR günüyle PAZARTESİ’dir. (Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, 24/61; Tefsiru’n-Nesefî, 4/88; Celâleyn, 2/153. ve öteki tefsirler.)

İki günde de dağlar ve öteki şeyler yaratılmış

Aynı surenin 10. ayetinin anlamı:

– “O ki yeryüzüne, üstünden ÇİVİLER (DAĞLAR) yerleştirdi. Orada çoğalma (bereket) gerçekleştirdi. Ve yiyeceklerini bir ölçüye düzenine koydu. Dört gün içinde tamam hepsi. Soranlara…”

Demek ki “iki gün”de “yeryüzünde yaratılan öbür şeyler”e harcanmış. Öyle anlatılıyor. Tümüne harcanan toplam “gün sayısı”: Tam “dört”.

Muhammed’in daha önce sunulan açıklamasına göre, “dağlar”ı yaratmaya ayrı bir gün (pazar), “ağaçlar”ı yaratmaya ayrı bir gün (pazartesi), “hayvanlar”ı yaratmaya ayrı bir gün (perşembe) harcanmış. Yukarıdaki ayete göreyse, bunların tümüne harcanan “gün sayısı”; “iki”. Bu “iki gün” de, Kur’an yorumcularına göre; Salı ile Çarşamba. (Bkz. Celâleyn, 2/153; Tefsiru’n-Nesefî, 4/89…)

9. ve 10. ayette bildirilen o ki, “YER”, dağları, ağaçları, bitkileri ve hayvanlarıyla birlikte toplam: “DÖRT GÜN”de yaratılmıştır. Başka ayetlerde, “göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı” bildirildiğine göre, geriye “iki gün” kalıyor. Yani “yedi kat göğün yaratılması”na da “iki gün” yetmiş. Bu da aynı surenin 12. ayetinde açıkça bildiriliyor.

Tanrı, gökleri yaratmaya, yeri yarattıktan sonra girişmiş

Aynı surenin 11. ayetinde bildirilen:

– “(Tanrı) Sonra (YER’i içindekilerle birlikte yarattıktan sonra), bir duman durumunda olan göğe yöneldi (yaratmak için). Göğe ve yere: ‘Haydi ikiniz de gelin. İsteyerek ya da istemeyerek.’ dedi. İkisi birden: ‘İsteyerek geldik.’ dediler.”

İki gün içinde de yedi kat göğü yaratma işi tamam

12. ayette bildirilen:

– “Bunun üzerine (Tanrı), tüm gökleri, yedi (kat) olarak iki günde yarattı. Ve her göğe, işini (görevini) bildirdi. (…)”

Kur’an yorumlarında açıklandığına göre, “YER”in, içindekilerle birlikle yaratıldığı “günler”: Pazar, pazartesi, salı ve çarşamba. “Yedi kat göğün” yaratıldığı iki gün de şunlar: Perşembe ve Cuma. (Bkz. Celâleyn, 2/152-153; Tefsiru’n-Nesefî, 4/88-89.)

Devamını oku…

Kuran’daki Akıl ve Bilim Dışılıklar 4

Kur’an’da “gökler ve yer…” denir. (Bkz. Bakara: 33, 107, 116, 117, 164, 255, 284; Âl-i İmrân: 29, 83, 109…) Tam: 190 yerde. “Yer”, içinde yaşadığımız gezegen, yani: “Dünya”dır. “Gökler”se: Evrenin kalan kesimi. Yani: “Gökler ve yer” denirken; evren ikiye ayrılıyor.

Bir yanda “gökler”, öbür yanda da “DÜNYA”. “Dünya”da, “insanlar ve öteki canlılar” yaşar.

 “Cinler ve şeytanlar”la birlikte.

“Gökler”deyse: “GÖK halkı (ehlü’s-semâ)”, yani: “Melekler”. En üstte de (“ARŞ”da) “Tanrı”. Ama “Gökte Olan” diye nitelenir (bkz. Mülk: 16, 17.) Kur’an’ın “Tanrı”sı ve “O’nun sözleri”ni bize aktarıp yorumlayanlar, bize bunu anlatırlar. (Yani, “hadis”lerde, “tefsir”lerde.)

Voltaire, “Eski Yunanlıların “gök” anlayışları ve “tanrıları”ndan söz ederken: “Atmosferimizin mavi kubbesine bağlı gibi görünen yıldızlarla gezegenler, sonradan Tanrıların evi oldu. İçlerinden yedisinin kendisine özgü bir gezegeni vardı, ötekiler de nerede yer bulabildilerse orada oturdular…” diye anlatır (Voltaire, Felsefe Sözlüğü, çev. Lütfi Ay, İnkilap ve Aka, 1/229.). Voltaire, “Yer ve Gök” ya da “Gökler ve Yer” deyimi için de şöyle der: “Yerle gök” diye bağırıp duruyorlardı. Bunun: “SONSUZLUK’la bir ATOM’ diye bağırmaktan farkı yoktu.” (Voltaire, aynı kitap, 1/230.)

Devamını oku…

Kuran’daki Akıl ve Bilim Dışılıklar 3

Kur’an’daki “akıl ve bilim” dışılıkların önemli bir kesimini, “mucize”ler oluşturur. Kur’an’da “mucize”ye kimi yerde “âyet” denir (bkz. Kasas 36; Kamer 2).

 Bu, “tefsir”lerin belirttiğine göre, Kur’an’daki “âyet” sözcüğünün 6 anlamından biridir. (Bkz. Abdurahman İbnü’l-Cevzî, Nüzhetül-A’yüni’n-Nevâzır, Beyrut, 1985, s.155.)

“Mucize” için “el hânku li’l-âde (hâriku’l-âde)” denir, “âdet”i, yani “süregelen durum”u ya da “doğa yasası”nı “yırtan”, yani “bozan”, bir başka deyişle “doğa yasasına aykırı olan” anlamında. Bu nitelikteki “olağanüstü bir durum”dur.

Ancak, böyle “olağanüstü bir durumun, İslam “kelâm”ına göre “MUCİZE” olabilmesi için “6 koşul” vardır.

Devamını oku…

Tanrı Sarayında Namaz İndirimleri

Efendi Tanrı (Rab) görüşmek üzere Muhammed’i makamına, sarayına (ARŞ) çağırmıştır. Bunun için de önce bir hazırlık yaptırtmıştır:

Meleğe, onun göğsünü, şurasından ta şurasına değin yardırmış, kalbini çıkarttırmış, zemzem suyuyla yıkattırmış, iman dolu altın bir tasla bu kalbe ÎMAN doldurtmuş, sonra kalbi yerine koydurtup göğsü kapattırmıştır.

Burada sorulabilir: Muhammed’in kalbi, daha önce

– Temiz değil miydi?  – îmanlı değil miydi?

Bu ve benzeri sorular üzerinde durmak, konuyu dağıtabilir. En iyisi, hadisten, konuyu izlemek:

Devamını oku…

Süleyman Ateş’in Mektubu ve Karşılığı

önül ister ki mektuplar bir bir ele alınsın, hepsine yer ve karşılık verilsin. Ne var ki, gönlün istediği her zaman oluyor mu? Derginin sayfalarının sınırları ortada. Bu köşe, daha da sınırlı. Mektuplara yanıt için iki sayfa ayrıldığı halde… Ancak olabildiğince oluyor.

Diyanet İşleri Eski Başkanı, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in mektubu

Mektuplar arasında Süleyman Ateş’inki de var. Ateş, hem bu alandaki çalışmalarıyla tanındığı, hem de ve belki de daha önemlisi Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yaptığı için ayrı bir önemi, özelliği var. Mektubuna da bu nedenle ayrı bir önem verilmesi gerekir.

Ateş’in mektubu şöyle başlıyor:

Devamını oku…

İslamcı Neden “İntîkamcı”dır?

10 Şubat 1990 günü kimi gazetelerde (örneğin Cumhuriyet’te), Hamaney’in, Salman Rüşdi’ye ilişkin bir açıklaması yer aldı. Tahran Radyosu’nun yayınladığı bir habere göre, Hamaney, eski dini lider Humeyni’nin, Rüşdi hakkında verdiği “ÖLÜM FETVASI”nın geçerli olduğunu açıklayıp yerine getirilmesini istemiştir.

Bu, “İslamcı intikamı”nın nice örneklerinden biridir.

İslamcı, her zaman “intikamcı” olur. Bu, İslam’ın özünden, Kur’an’ından, “hadis”inden, tarih boyunca süregelen geleneğinden kaynaklanır. Yahudilik’te olduğu gibi…

“İntikam”, bilindiği gibi, “öç” anlamındadır. Öfke, kin, hınç ürünüdür.

“Öfke (gazap)” dolu, “kin” dolu bir “Tanrı” düşünebilir misiniz? Etnoloji bize kesin olarak bildirir ki, ilkellerde bu vardır. Yine araştırmalar gösterir ki, bu tür “Tanrı” anlayışı, ilkellerden Yahudilik kaynaklarına, başta Tevrat’a, yorumlarına, oradan da Kur’an’a ve İslam’ın bütününe geçmiştir. Kur’an’da tam 4 kez, Tanrı için “zü’ntikam”, yani “intikam sahibi, intikamcı” deniyor. Diyanet’in resmi çevrisinde de “öcünü alır”, “öcalıcı”, “öcalan”, “öcalabilen” anlamları verilmiştir. (Bkz. Al-i İmran 4; Maide 95; İbrahim 47; Zümer 37)

Devamını oku…

Mektuplar

Bu köşe elvermediği için gelen mektuplara karşılık verilemiyor. Uzun zaman aradan geçtikten sonra ancak birkaçı ele alınabiliyor. Oysa gönül isterdi ki, hepsi tek tek ele alınsın ve hepsine yer ve karşılık verilsin.

Gelen mektuplar ya İslamcı çevrelerden “küfür”, “tehdit” biçiminde oluyor; ya da laik çevrelerden övgü biçiminde… Eleştiri niteliğinde pek olmuyor.

“Küfür”ler, “tehdit”ler hemen hemen aynı biçimde, aynı havada, öylesine ki, başı okununca ardından ne geleceği belli oluyor. Çoğu imzasız; kimi de “acayip” adlarla. Belli ki “takma ad”lar… Oysa eleştiri olsun isterdik. Şöyle soğukkanlı ve uygarca…

Küfürler ve tehditler

İstanbul’dan “Osman Blada P.I.T.” adına yazdığını belirtiyor. Bu harflerin ne anlama geldiğini de açıklıyor: “****ları İtlaf Tugayı” demekmiş.

Mektubun altında “not” anlamında “Hamiş” denerek şu not düşülmüş:

Devamını oku…

Eleştiri Mektupları

Burada üç eleştiri ve karşılıklarını (cevap) bulacaksınız. Eleştirilerden biri sövgü olduğu halde hoş görülmüş, eleştiri sayılmıştır.

1- İSMAİL NACAR’ın mektubu

20 Ağustos 1989 tarihli sayınızda, Turan Dursun imzasıyla yayımlanan “Kur’an’ın Tanrı’sı nerede?” başlıklı yazı, akıl ve bilime ters düşüyor. Örneğin, Mülk Suresi ‘nin 16. ve 17. âyetlerine getirdiği yorum, Ortaçağ’ın sıradan insanlarının bile çok gerisindedir. Âyetlerde “Gökte olan” tabiriyle kastedilen Allah -ki pekçok müfessir: Beyzavi, Celaleyn, H. Basri Çantay vs. melek şeklinde aktarıyorlar- sanıldığı gibi belli bir mekânda, yani yukarıda değildir.

T. Dursun – Mülk suresinin 16. ve 17. ayetlerindeki “GÖKTE OLAN (Men fi’s-Semâ)” için H. Basri Çantay’ın “melek” dediği doğru. Bu yorumu yapanlar, Kur’an yorumcuları arasında azınlıkta. Bu yorum, Kur’an’ın kendi “Tanrı”sı için yakıştırdığı konumu, akla, mantığa ters bulup durumu yorumla kurtarma çabasına dayanır. Celaleyn’de -ileri sürüldüğü gibi- “GÖKTE OLAN” için “melek” denmez. Bir başka yorumla kurtarma amacı güdülerek “O’NUN (TANRININ) SALTANATI, KUDRETİ” denir. (Bkz. Celaleyn, 2/229.) Kâdî Beyzavî’deyse “melekler”, ya da “Tanrı’nın buyruğu” yargısı, ya da “Arap inanışına göre Tanrı’nın kendisi…” diye açıklanır. (Bkz. Kâdî Beyzâvî, 2/535.)

Devamını oku…

İslamın İbadet Kaynağı: Güneş Kültü 1-9

Raporun adı: Güneş Kültü

Yazıp gönderen: Tahsin Mayatepek, Meksiko Maslahatgüzarı

Raporun Alıcısı: Mustafa Kemal Atatürk

Tarih: 12 K.evvel 1937

Sayısı: 14. Rapor

Sayfa sayısı: 40

Bu raporla yıllar önce tanıştım. Şimdi ilk yayına sunan ve değerlendiren kişi olmanın coşkusunu taşıyorum.

Ya Ötekiler?

Birinci rapor, ikinci rapor, üçüncü rapor nerede? Nerede dördüncüsü, beşincisi ve altıncısı? Ve nerede yedincisi, sekizincisi, dokuzuncusu? Daha da var: Onuncusu, on birincisi, on ikincisi, on üçüncüsü. Belki de on dördüncüden sonrası da vardı. Ama on dördüncüye kadar bulunduğu kesin. Yoksa bu rapor için “14.Rapor” denir miydi? Peki nerede öbürleri? “14.Rapor” Cumhurbaşkanlığı arşivinde. Her nasılsa kalabilmiş. Öbürlerinin de burada bulunması doğaldı. Dahası gerekliydi. Ama ne bu doğallık ne de bu gereklilik o raporların bu arşivde bulunmasına yetmiştir. Hiç değilse sorulması da doğal değil mi? Nerede Mayatepek’in Atatürk’e gönderdiği kesin olan öteki raporlar? Eğer Atatürk’ün arşivine önem verilmişse, eğer bu arşivdeki belgeleri kimi eller çekip almamışsa, bunlar kimilerinin keyfine ya da çıkarına uygun biçimde yok edilmemişse, yağmalanmamışsa, alınıp satılmamışsa… Nerede bu raporlar? Evet, neredeler? Yok, yok, yok. Var diyen varsa, beri gelsin, açıklasın, anlatsın. Ve aydınlatsın araştırmacıları.

Devamını oku…

Turan Dursun: “Allah” -İçindekiler ve Giriş Bölümü

Toplumu değiştirmek isteyen herkes, ilk önce yaşadığı toplumun eskiyen, çürüyen hakim kültürü ve ideolojisiyle karşı karşıya gelir. Bu, bir anlamda yaşadığı toplumla karşı karşıya gelmektir. Tarihteki bütün büyük dönüşümlerin hepsi, son tahlilde, toplumun kendisinin değişmesidir.

1920’lerden sonra materyalist felsefeye doğru atılımın başını Türk devrimi çekiyordu. İdeolojik alanda Ortaçağ’dan çıkışta Kemalist devrimin önemli bir etkisi oldu. Osmanlı ile siyasal düzlemde hesaplaşan Kemalistler, daha sonra felsefi alanda idealizmle hesaplaşmayı yaşadılar. Atatürk ve arkadaşları, 1930’ların eşiğinde, “Allah mı insanı yarattı, yoksa insan mı Allah’ı” sorusunu kendilerine sormuşlar ve net bir yanıt vermişlerdir. Bu tür yanıtları, gizli toplantılarda, sofralarda değil, okul kitaplarının sayfalarına yazarak yapmışlardır. Din konusundaki tavırlarını meclis kürsüsünden de ilan etmekten çekinmemişlerdir.

Devamını oku…

Gönderiye Yönelik Gezinme